Tevfik Fikret Şiirleri

TEVFİK FİKRET: 1867 -1915 İstanbul .48 yaş
Dış işlerinde memur, öğretmen ,yayıncı, Edebiyatı cedide kurucusu, Galatasaray hamisi.Serveti finün hareketinin öncülerindendi.Fikirleri Atatürk'ü etkilemiştir.Ateist.
 


Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk'u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi; 1916’da Michigan Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibi iken hayatını kaybetti.

Yalnızca padişahı değil, İttihat ve Terakki'yi de son derece sert biçimde eleştirmekte idi.

Fikret’in şiirleri devrin yöneticilerini kızdırmış ve şairin muhafazakar çevrelerden ağır eleştirilere uğramasına sebep olmuştu.Bu şiirleri Sis ve Tarih-i Kadim'(eski çağlar tarihi)  dir.

 Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep oldu ve sağlığı bozuldu. Mehmet Akif’in kendisine "Süleymaniye Kürsüsünde"  şiirinde yönelttiği suçlamalara 1914'te kaleme aldığı “Tarihi Kadim’e Zeyl” adlı ünlü devam şiiriyle yanıt verdi.Ayrıca çıkardığı Sıratı Mustakim dergisi ismi ile dalga geçerek Akif için, "Molla sırat" benzetmesini bu şiirinde yaptı yazdı.

-----------------------------------------


“Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr- ü bâl,
Kendi cevvim, kendi eflâkimde, kendim tâirim,
İnhinâ tavk-ı esaretten girândır boynuma;
Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim”

Günümüz Türkçesi:

“Ne bir bağış beklerim kimseden,
Ne kol dilenirim, ne kanat,
Kendi göklerimde, kendi kendime uçar giderim
Bana, eğilmek boyunduruktan bile ağır
İşte böyle bir şâirim ben,
Tepeden tırnağa özgür”
-----------------------------------------------


1905 yılında 2. abdülhamit'e yıldız camii'deki cuma namazı çıkışında düzenlenen suikastın, abdülhamit'in cami çıkışında dönemin şeyhülislamıyla kısa bir görüşmesi nedeniyle arabasına beklenen zamanda varamayıp, aracı içerisine konan bombanın o yokken patlatılması neticesinde başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bir şiirinde şu dizeleri kullanmış büyük şair:

"ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!"

"dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. "

" bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini"


--------------------------------------------------
Tevfik Fikret bu şiirinde Boğaz'ın sisli bir sabahından aldığı ilhamla devrinin İstanbul'unu kötüler. Yedi yıl sonra Meşrutiyet'in ilanının ertesi günü yazdığı "Rücû" ( Dönüş ) bölümünde ise sözlerini geri alır, kötüleyişinin şehre değil, devre karşı olduğunu söyler.Şiirden  orjınal kısa  bir bölüm ve Türkçeye çevrilmiş tamamı:


...
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezarı;
Şarkın ezelî hâkime-î câzibedârı;
Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-i sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi der-âgûşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i musahhir,
Ey bin kocadan artakalan bîve-yi bakir;
Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titirer üstüne enzâr-i temâşâ.
Hâricden, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebâdunla ne munis görünürsün.
Munis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hiyânet
 ...
sis
sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
ey zulümler sâhası... evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
ey marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
ey köhne bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
içerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
yalnız işte bu... ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
milyonla barındırdığın insan kılıklarından
parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

örtün, evet ey felâket sahnesi... örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“geçmişlere rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: ayak öpme yolu.
ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... hele sizler,
hele sizler...

örtün, evet, ey felâket sahnesi... örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
---------------------------------------------------------------

hân-ı yağma (yağma sofrası) 

bu sofracık efendiler -ki yutulmaya hazır
huzurunuzda titreyen -şu milletin hayatıdır.
şu milletin ki can çekişir, şu milletin ki acılıdır
fakat sakın çekinmeyin; yiyin, yutun hapır hapır.
yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofrası sizin;
doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
efendiler, pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
şu nimetler sofrası bakın, gelişinizle övünür
bu, hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir.
yiyin efendiler yiyin; bu içaçıcı sofrası sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
hepsi bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say;
soy sop, şeref ve şan, oyun, düğün, konak, saray.
bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...
yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofra sizin;
doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
ihtişamın gururu var, intikamın sevinci var.
bu sofra iltifatınızdan işte mutluluk umar
sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...
yiyin efendiler yiyin; bu can katan sofra sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
verir zavallı memleket, verir ne varsa: malını,
vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini,
olanca rahatını, gönlünün tüm sevincini,
hemen yutun, düşünmeyin haramını, helâlini...
yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofrası sizin;
doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
bugün ki mi'deler kavi, bugün ki çorbalar sıcak,
atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
yiyin efendiler yiyin; bu haykıran sofra sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

(haziran 1912)
---------------------------------------------------------
Millet şarkısı

Çiğnendi yeter, varlığımız cehl ile kahre;
Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz.
Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare;
Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.

Millet yoludur. Hak yoludur, tuttuğumuz yol.
Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa, var ol!

Gel kardeşim annen sana muhtaç, ona koşmak...
Koşmak ona, kurtarmak o bîbahtı vazifen.
Karşısında göğüs bağrı açık ölgün yatıyor bak,
Onsuz yaşamaktansa beraber ölüş ehven!..

Her an o güzel sineyi hançerliyor eller;
İmdadına koşmazsak eğer, mahvı mukarrer.

Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;
Göz yumma güneşten ne kadar nuru kararsa
Sönmez ebedi her gecenin gündüzü vardır.

Millet yoludur, hak yoludur. Tuttuğumuz yol,
Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa, var ol!

Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?
Yok, kalmadı hâşâ sana zillet pederinden
Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi;
Silkin şu mezellet tozu uçsun üzerinden,

İnsanlığı pâmâl eden alçaklığı yık, ez;
Billah yaşamak yerde sürüklenmeye değmez.

Haksızlığın envaını gördük... Bu mu kanun?
En gamlı sefaletlere düştük... Bu mu devlet?
Devletse de, kanunsa da artık yeter olsun;
Artık yeter olsun bu denli zulm ü cehâlet...

Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol,
Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa, var ol! 
---------------------------------------------------

ESKİ ÇAĞLAR TARİHİ (günümüz türkçesi ile)
“Tarih-i Kadîml”




İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu.
Ve başlar bize maval okumaya.
Ninniler uydurup uyutur bizi
dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun,
zifiri karanlık hayatından.
Gösterir bize evvel zamanı,
tek doğru, en güzel örnek, der.
Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden.
Senin tarih dediğin işte budur,
alnında altı bin yıllık buruşuklar
ve bir o kadar da kuşku.
Başı geçmişe bir düşe değer,
sürünür ayağı bomboş bir geleceğe,
bir deri bir kemik,
ayakta zorla durur.

Ben hiç tiksinmem ondan,
karşıma alırım onu arada bir,
anlat bakalım, derim, şu eskilerden.
Bir parça feylesofa benzer o,
bir parça sırtlana benzer,
berbat suratıyla da bir hortlağa.
Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin,
başlar paslı, boğuk bir sesle
bir bir bana anlatmaya,
sırasıyle, ne olmuş ne bitmişse:
Hep yıkım üstüne yıkım,
acı üstüne acı!
Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu,
çöküverir ağır gölgesi bir bulutun,
kanlar yağar dört bir yana.
En başta bir kanlı bayrak.
Kanlı bir taç gelir arkasından.
Sonra araçlar sökün eder kan içinde:
Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak,
mancınık, top, tüfek, sapan.
Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri.
En son alay alay esirler geçer.
Yenen bir kişiye yenilen on kişi,
çiğneyen haklı, yiğnenen hapı yuttu.
Yıkımlara, acılara alkış tut,
yüksekten bakanlar önünde eğil,
insafla birdir aşşağılık ve namussuzluk,
doğruluk lafta, yürekte değil,
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir gerçek var, tek bir gerçek:
Eli kolu bağlayan zincir.
Bir tek şey var sözü geçen: yumruk.
Hak güçlünün, kötünün yanı.
Uzun lafın kısası:
Ezmeyen ezilir!
Nerde bir şeref var, iğreti.
Nerde bir mutluluk var, yama.
Bir şeyin ne başına inan ne sonuna.
Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!

İşte böyle inler, sayıklar o,
anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü
ne yolda, nasıl sürdüğünü.
Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında.
Duyarım sesinin titreyen kuyusunda
yankısını korkunç bir iniltinin,
ben de başlarım birdenbire titremeye,
toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana.
Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık
indir bu acıklı sahnenin perdesini!
Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık!
Sen de, gelenekçi iskelet,
yazdığın kara yazılara bir son ver,
aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık.
Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var?
Bizden iyi geceler onlara,
bizden onlara iyi uykular!
Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş,
koşuyorsun karanlıklara doğru?
Kanla oynamış gibisin,
kırmış geçirmişsin insanoğlunu.
Sen buna kahramanlık mı dedin?
Onun kökü kan ve hayvanlık be?
Şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle,
ez, vur, yak ve yık.
Yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun.
Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda,
kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer,
mezar taşına dönsün her ocak,
damlar çöksün yetimlerin başına.
Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk!
Hey bana bak, başbuğ musun ne?
Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle!
Her başarı bir yıkım bir mezarlık,
işte bir yavrucak yatıyor şurda,
ey cihangir, onu gör de utan!
Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril,
nice acılar verdin bütün insanlara,
inim inim inlettin bütün insanları.
Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol,
hep senin yüzünden yoksulluğu insanların.
Göz yaşından incilerin nerde hani?
Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen!
Eski çağlar nasıl kanmış size?
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!

Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
Belki duyulmadık bir öykü,
belki korkunç bir masal.
Çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların
bugün olmazsa yarın yırtılacak.
Ama kim yapacak dersin bu işi?
Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki,
hangi güç kalkar, ben yaparım der?
Yerlerin ve göklerin sahibi mi?
Tamam, işte oldu şimdi!
Yeri göğü elinde tutan o kibirli,
o somurtkan ve dokunulmaz.
Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?
Gökyüzü, sen söyle,
yüzyıllarca sel gibi akan su,
- şimdi esrik bir ağzın türküsü,
kuru sesi zindandaki bir adamın,
iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi,
bir geniş “oh!”, bir derin “eyvah!”,
bir yakarış, bir övgü,
Şimdi tüy gibi bir rüzgar,
Şimdi ağzın bir kasırga.
Dokunaklı bir yakınma şimdi,
sabredemeyen bir başa kakma,
bir titreme, bir çan sesi,
bir savaş davulunun gümbürtüsü,
için için ağlamasi çaresizliğin,
kahrın iyilikbilir kişnemesi,
bir söylev, apaçık, gürül gürül,
Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış,
bir rahatlık bir iç sıkıntısı,
Şimdi korkunç bir haykırma -
bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla
inleyen boş kubbe, sen söyle!
Sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarlardaki şu tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
Hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
Binlerim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
“Ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
Odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören…”
Seni böyle övüp duruyorlar işte.
Oysa senin en üstün özelliğin ne,
“Ortaksız” oluşun değil mi?
Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak.
Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden.
Ve topu ortaksız ve tek.
Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var,
ve topunun yukarlarda bir gökyüzü.
Bütün ordan gelir yüreğe doğan.
Topunun güneşi, ayı, yıldızları var,
ve topunun görünmez bir tanrısı.
Topunun adanan bir cenneti var,
ve topunun bir varlığı, bir yokluğu,
ve topunun saygıdeğer bir peygamberi.
Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar.
Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar.
Tanrılar ne derse onu yapacak halk,
sabırla ve kahırla olacak iki büklüm.
Ama tanrılar ne derse onu yapacak.

İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine.
“Ne bileyim?” diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yaşamanın bir gereği.
Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir,
belki ben hiç bir şeyin farkında değilim,
karıştırmaktayım “yok” la “var” ı.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kimbilir, öbür dünya belki de var.
Madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
- her yeri kanla, göz yaşıyla dolu -
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaradandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!

En zorlu düşmanın işte, tanrı,
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin işin nereye varacağını.
“şeytanlık, düzen, sapıklık” denen şey var ya,
bugün yerinden yurdundan edecek seni o.
Tapınağında ışıklarını söndürüyor,
elleriyle parçalıyor heykelini.
Sense, iler tutar yerin kalmamış,
göçüp gidiyorsun olanca gücünle.
Burçlarında yıkılmalar falan hani?
Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının?
O kızgın soluğun hani nerde?
Ne cehennemlerinde bir kaynama var?
Ne büyük acını gören bir göz.
Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama.
Oysa bir ufak parçası kopsa insanın,
bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma.
Sen Yeryüzü ve Gökyüzü’nle göç gir de,
bir inilti bile duyulmasın ortalıkta.
Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor.
Zaten yalana ağlasa ağlasa,
bir ikiyüzlüler ağlar,
bir de ahmaklar.

------------------------------------------------------------------------------
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb´ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi?r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah´a söver… Sonra biraz bol para ver.
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
Mehmet Akif(Süleymaniye Camii Kürsüsünden)
Not:Bu şiirden sonra Fikret  aşağıdaki ek şiiri yazmıştır.

ESKİ ÇAĞLAR TARİHİ EK (günümüz türkçesi ile)
“Tarih-i Kadîm’e Zeyl”


Molla Sırat'a:

paraya hiç dayanmayan bir şairmişim
zangoçluk edermişim protestanlara gider
size edebi saygılarımı sunarım efendim
yani yıldızlı bir kursunun üstadına
bilgin sairine yani islam dininin
molla sırat hazretlerine yani
lütfen bize ne güzel
zangoçluğu yakıştırıvermişler
ama aldanmış olmayasın sakin üstadım
müslüman oğluyum ne de olsa
sen o güzel dini anlatma bana
o dinden senin kadar ben de anlarım
ben de okudum o tanrı kitabini
yüreğe doğan o sözleri ben de dinledim
ben de dolaştım sizin gibi cami cami
tanrı önünde ben de oldum iki kat
açılırdı hayalimde cennet yolu
dolardı yüreğime cehennem korkusu
ulu tuba'ya ben de tırmandım
ben de çıktım melekler katına
ezani duydum mu bayılırdım
nasıl koşardım o 'tanrı' sesine!
ben de tesbih çektim, dua ettim
ben de namaz kildim oruç tuttum,
hepsini yaptım halt ettim!
çünkü ne dendiyse inanmıştım
kanmıştım senin kandıklarına
bağlanmıştım körü körüne
canimi adamıştım dinime canimi.
tanrıyı da sevmiştim peygamberi de.
ama onlar bu gün çok uzaklarda
anladım ben asil gerçek nerde
anladım hanya’yı konyayı
bizi hakka götüren yol başka
senin su saydıkların var ya hani
su şaşılacak şeyler hani doğaüstü
onlar hep masal hep kafadan atma
buğun hiç durmadan arıyor insan
gitgide görüyor isin içyüzünü de
senin hokkabazlar unutmuşlar geleceği
ısa ile musa, aldatılan ve aldatan
o büyülü değnek, bir koca kuyruklu yalan
işte insanoğlu bir yerde böyle sapık
beserin böyle delaletleri var
putunu kendi yapar kendi tapar
git ara kiliseyi, dolaş kabeci
can sesini duy, tekbiri dinle
umduğun, beklediğin şeyler nerde hani
ortada bir tek şey göreme
şeytani da düzme, allah’ı gibi
buda’sı düzme, ehrimen'i düzme, yezdan’ı düzmece
bir korkak kuşku yaratmış bunların topunu
gölgeler baktım, gölgeler, gölgeler...
sonra baktım bir karanlık uçurum
haydi don geri, don geri, don, oğlum!
ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
simdi benim ne cennet, ne cehennem umurumda
bakarım evrene, şaşar şaşar kalırım.
ne tapılan tanırım, ne taptıran tanırım
yaradılışın kuluyum ben artık
ben yaradılışın kulu
pıtrak gibi işte gökyüzünde mescitler
işte onlara orda vicdanim secde eder
işte benim bundan böyle tapınmam bu
işte bundan böyle benim vaktim böyle geçer
artık öyle rahat, öyle rahat ki içim
ayırt edemem kendimi bir kayadan
tapınmakta biraz minnacık bir kuşla
bir ishal kuşu da, la il ilahe illallah der
ben de la ilahe illallah derim
ve doğruluk ve alçak gönüllülük ve sıkı dostluk
ve el uzatma ve koruma ve insaf ve acıma
ve sonra bir şaire zangoç dememek
işte buyuran bunlar benim vicdanıma
benim ayinim düşünüp yapmaktır
benim dinim insan gibi yaşamaktır
inanmışım: taparım ben varlığa
her kanat bana bir melek sesi getirir
ne isim var peygamberle benim
beni hakka bir örümcek oturur
kitabim iste yeryüzü kitabi
bendedir iyilik, kötülük tohumu
varırım hep böyle ta mezara dek
yeniden dirilmek bizim nemize gerek
taşır insanların hem aşkını, hem acısını
bağrımdaki su deli, su ince yürek
insan gibi yaşamaktır buğun gerçek din
insan gibi yaşamak
---------------------------------------------